Tam o sırada arkamdan bir inilti duydum. Dönüp baktığımda yaşlı amcanın kapıda durduğunu gördüm. Elindeki baston titriyordu, yüzü kederden daha da çökmüş gibiydi. Gözlerimin içine baktı, kaçak bir sır yakalanmış gibi değil; yıllardır içinde taşıdığı yükü artık birine anlatmak istercesine…
— Gördün değil mi kızım…? dedi titrek bir sesle.
Ne söyleyeceğimi bilemeden başımı usulca salladım. Yaşlı adam ağır adımlarla içeri girip pencerenin önündeki sandalyeye oturdu. Biraz sonra yaşlı kadın da kapıda belirdi; gözleri ağlamaktan kızarmıştı.
Adam derin bir nefes aldı, sonra yavaşça konuşmaya başladı:
— O… bizim torunumuz. Nevzat’ın oğlu. Yabancı uyruklu bir kadınla evlenmişti. Biz başta karşı çıktık, kabullenemedik… Ama sonra torunumuz doğdu. O kadar sevindik ki, dünyamız aydınlandı. Nevzat çok mutluydu… ta ki bir gün o kadın, hiçbir açıklama yapmadan çocuğu alıp evi terk edene kadar.
Yaşlı teyze duvara asılı fotoğrafa baktı, parmakları titriyordu.
— Torunumuz daha beş yaşındaydı… Oğlum perişan oldu. Yıllarca aradı, bulamadı. Dağı taş dolaştı, devlet kapısına düştü, özel dedektif tuttu… ama iz yok, haber yok. Kadın sanki buhar olup uçmuştu. Oğlum hâlâ kendini suçlar. “Anlamalıydım,” der… “Onları koruyamadım.”
Yaşlı adam gözlerini kapadı, devam etti:
— Bu oda… onun anısına. Torunumuzun hiç eskimeyen beşiği burada. Oyuncakları burada. Fotoğraflarına her gün bakarız. Belki bir gün kapı çalar da o küçük çocuk büyümüş hâliyle içeri girer diye… umut etmeyi bırakamıyoruz kızım.
O sırada yaşlı teyze sessizce ağlamaya başladı. Elimi tuttu.