BÖYLE EVLATLAR VARKEN
Fidan hanım
Ertesi gün ameliyat olacağı için gündüzden bütün evi dipten bucaktan temizlemiş, pırıl pırıl yapıp duşunu almış ve biraz uyumak için yatağına uzanmıştı. Annesi bir ona bir kadının evi her zaman temiz ve bakımlı olmalı temizlik diriye de ölüye de lazım derdi.
Annesi aklına gelince dudaklarına acı bir tebessüm gelip yerleşti ve içinden, haklısın canım annem bak ben de evimi temizledim ölürsem herkes evimi temiz görecek, yaşarsam da kendim evime gelip tertemiz oturacağım diye düşündü. Son zamanlarda hiç iyi değildi yemek yiyemiyor, hızla kilo kaybediyordu. Gittiği doktorlar, karaciğer kanserisin mecburen ameliyat olman lazım demişlerdi. İlk önce kabul etmemiş gittiği yere kadar demiş ama ağrıları dayanılmaz olunca mecburen kabul etmişti. Oğluna üzülmesin diye kanser olduğunu söylememişti.
Fidan elli iki yaşında adı gibi fidan bir kadındı. Babası başlık parasını çok istediği için çok sevdiği kocasıyla kaçarak evlenmiş, kaçtığı içinde babası tarafından evlatlıktan reddedilmişti.
Kocasının tüm iyi niyet girişimleri ve döktüğü diller babasını yumuşatmaya yetmemiş Zavallı annesinin de çırpınmaları boşa gitmiş, kocasını inadından vazgeçirememişti. Evlendiklerinde Fidan on sekiz, kocası yirmi üç yaşındaydı. Kocası çok sevecen çalışkan, namuslu; hem yetim hem öksüz bir gençti. Annesi babası kömürden zehirlenip ölünce anneannesi yanına alıp büyütmüştü.
Evliliklerinin ikinci yılında Allah nur topu gibi bir erkek evlat vermişti. Artık mutluluklarına diyecek yoktu. Çünki kimse alın yazısını bilmiyor Küçük bir ev kiralamış kocasının kazancıyla da gül gibi geçinip gidiyorlardı. Fidan oğlunu çok zor bir doğumla dünyaya getirdiği için kanaması durmamış doktorlar mecburen ameliyat edip rahmini almak zorunda kalmışlardı bunun için de başka çocukları olmamıştı. Karısının çok üzüldüğünü gören adam "Üzülme canım. Allah bunu bağışlasın yeter" demişti.
Fidan şimdi bunları düşünürken iyi ki de olmamış bir taneyi zor büyüttük ikinci olsa nasıl büyütecektik diye düşünüyordu. Güya uyumak için yatağa girmişti ama ameliyatın heyecanıyla uyuyamıyor, mazi gözlerinin önünden sinema şeridi gibi geçip duruyordu. Oğlunu el bebek gül bebek büyütmüş çok zor şartlarla yeter ki o okusunda adam olsun deyip en iyi okullarda okutmuş ve okul bitince de sevdiği kızla evlendirmişlerdi.
Ama bu mutlulukları uzun sürmemiş çok sevdiği kocasını dört yıl önce gittikleri bir ahbaplarının düğününde havaya sıkılan bir kurşunun isabet etmesi sonucu kaybetmişti. Zaten evlendikten sonra sık sık gelmeyen oğlu babası öldükten sonra arayı daha çok açmış lütfen uğrar olmuştu.
Bir gün oğlunun evine misafir olarak gittiğinde gelininin oğluna bak canım annen misafir olarak her zaman gelebilir ama şimdi kocasının öldüğünü bahane edip yalnızım korkuyorum gibi nedenlerle gelip buraya yerleşmesin hiç çekemem dediğini duydu oğlunun da annem gelmez hem gelirse ben uygun bir dille anlatırım diye cevap verdiğini işitmişti duymuş olduğusözler yüreğine keskin bir hançer saplanmıştı.
Artık oğlunun neden sık sık gelmediğini neden arayıp sormadığını anlamıştı. İçinden "Allah'ım beni hiç kimseye muhtaç etme bu öz evladım olsa dahi..." diye dua etti. Saate bakan Fidan hanım beş buçuk olduğunu gördü; yedide hastanede olacaktı tüm gece gözünü kırpmamıştı yorgun ve bitkindi. Ameliyat olacağını oğluna söyleyince o da nasıl olduysa "Ben gelir seni hastaneye götürürüm" demişti. Fidan hanım kalkıp yatağını toplayıp abdestini aldı namazını kılıp duasını yaptıktan sonra artık hazırdı bundan sonrası için Allah kerimdir deyip Artık Rabbim in bileceği bir şeydi.
oğlu gelmiş kornaya basıyordu Fidan hanım son kez evine bakıp haydi güzel evim Allah a ısmarladık ve Allah'a emanet ol dedikten sonra kapıdan çıkıp arabaya bindi. Yol boyu oğlu tek laf etmemişti oysa oğlu onun hayattaki tek varlığıydı birbirlerinden başka kimseleri yoktu iki çift güzel söz söyleyip annesine moral verebilir, onun heyecanını yatıştırabilirdi annesinin çok beklemesine rağmen yapmadı taş gibi yol boyunca susup durdu. Şimdi ise sırasının gelmesini beklerken iki yabancı gibi yan yana oturuyorlardı.
Tam bu sırada hemşire yanlarına gelip, "Buyurun Fidan hanım sizi ameliyata hazırlamamız lazım" deyince ayağa kalkıp oğluna, Hadi gidipde dönmemek var dönüpde görmemek var hakkını helal et"Yavrum ölüm dirim dünyası kendine iyi bak. Şunu unutma ki sen benim canımdan cansın." deyip sarılmak isteyince oğlu, "Aman be anne sende bu kadar duygusallığa bağlama gerek yok. Lütfen abartma" deyince zavallı annenin içindeki tüm anıları silindi sarılmak için açılan kolları vurgun yemiş gibi iki yanına düştü. Peki yavrum dediğin gibi olsun deyip uzun uzun evladının yüzünü bakarken içinden sanki şelale boşalıyordu sonra derin bir iç çekip hemşireyle birlikte yürüyüp gitti. Artık hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ne olursa olsun onun yavrusuydu oysaki onu ne zorlukla doğurup ne zahmetlerle büyütmüşlerdi şimdi ise sarılamamış kokusunu içine çekememişti. Ve oda yetmezmiş gibi
Annesini hastanede bırakan oğlu eve gidip karısını alıp kaynanasına kahvaltıya gitti. Damadını karşısında gören kaynana, Şaşırıp "Hayırdır oğlum annen hastaneye yatmadı mı?" yoksa diye sorunca damadı "Evet Anne hastanede. Sabah götürdüm yatırdım birazdan ameliyata girecek" deyince Kayınvalidesi sen şimdi anneni bırakıpdamı geldin deyip hayretler içinde kalan kadın "Aman oğlum neden anneni orada sahipsiz bırakıp geldin?" Sen Hiçmi utanmadın o seni ne emeklerle ve ne hayallerle büyümüştür deyip kocasına döndü ve "Bey haydi kalk hemen hastaneye gidiyoruz o kadıncağızın bizden başka kimsesi yok onu oralarda bir başına bırakamayız.
Bugün onaysa yarın bize... böyle evlatlar varken " deyip kınayan gözlerle hem damadına hem de kızına bakıyordu. Kaynanasının sözleriyle mahcup olan damat tamam hadi hep beraber gidelim deyip hastaneye gelmişlerdi. Onlar hastaneye geldikten bir saat sonra ameliyathaneden çıkan doktor Fidan hanımın yakınları kim deyince oğlu ayağa kalkıp "Ben oğluyum" dedi.
Doktor başını önüne eğip "Çok üzgünüm annenizi kurtaramadık. Dahası yaşam azmini yitirmiş hiçbir müdahaleye tepki vermedi çok hırpalanmış olmalı birde Maalesef kanser her yerini sarmış" dedi. Herkes donup kalmıştı. Kaynanası gözyaşları içinde damadına ve kızına dönüp
"Evet çocuklar şunu unutmayın ki anne ve babalar ölümsüz değildir. Her fani gibi onlar da bir gün göçüp giderler. Onun için kıymetleri yaşarken bilinmeli; öldükten sonra geçmiş ola..." dedi.
Zavallı Fidan hanım son kez özene bezene temizlediği ve oturmak nasip olmadığı evinden alınıp çok sevdiği kocasının yanında toprağa verileli bir hafta olmuştu. Oğlu artık gideceği,ve arayıp soracağı kimsesi olmamanın verdiği ezikliği hayatta tek başına kalmanın ne demek olduğunu anlamıştı ama artık çok geçti. Şimdi annesinin mezarı başında oturmuş hem ağlıyor hem de "Anne beni affet! Nereden bilecektim o sarılmak isteğinin son sarılma olacağını." derken Artık ANNESİNİN Değilde eğilmiş toprağını öpüyordu. Evet,o gün Bayramdı ve artık elini öpeceği bir annesi yoktu.
ŞUNU UNUTMAYALIM
" ÜZENLERİN ÜZÜLDÜĞÜ VAKİT'DE GELİR.
Kaç para bu peynir?” diye sordu adam.
Sesi sert, yüzü asıktı.
Pazarın kenarında küçük bir taburenin üstünde oturan yaşlı bir teyzenin önünde ise yalnızca üç kalıp keçi peyniri vardı. Kadının elleri çatlamış, yüzü güneşten buruşmuştu.
“Elli lira evladım” dedi kadın.
Her seferinde aynı sakinlikle.
Adam kaşlarını çattı:
“Elli liraya peynir mi olur? Marketten otuz beşe alıyorum ben. İndir de alayım.”
Kadının gözleri doldu ama başını eğmedi:
“Dağda kendi keçilerim var. Sütü sağarım, kaynatırım, sabaha kadar beklerim. Çocuğum üniversiteye hazırlanıyor, dershane parası lazım. Onun için buradayım.”
Adam hırçın bir tavırla:
“Kırk ver, yoksa almam.”
O sırada cebinden telefonunu çıkardı.
“Evet, yazlık için bahçeye havuz yaptırıyoruz. Hafta sonu arkadaşlarla barbekü var, kesin gelin.” diye yüksek sesle konuştu.
Ben biraz ötede izliyordum. İçim yanıyordu.
Kadının tezgâh dediğim o minicik alanda sadece üç kalıp peyniri vardı. Belli ki gün boyu satıp birkaç kuruş kazanma derdindeydi.
Adam parasını uzatıp zorla almak istedi.
Dayanamadım, yanlarına gittim.
“Merhaba teyze” dedim.
“Elinizde kaç kilo peynir var?”
“Üç kalıp var yavrum. Toplasan beş kilo anca eder” dedi.
Beş yüz lira çıkardım, uzattım:
“Ben hepsini alıyorum.”
Kadın şaşırdı, utandı:
“Olmaz evladım. Kilosu elli lira dedim ya, bu fazla.”
“Senin çocuğun okusun teyze. Benim için helali hoş olsun.” dedim.
Adam sustu, yüzü kızardı.
Peynirleri alıp pazardan çıktım.
Üç gün peynir yesem ne olur?
Benim için mesele sadece karın doyurmak değil.
İnsanların alın terine saygı göstermek.
O peyniri sadece soframa koymayacağım.
Bir kısmını köyde ihtiyaç sahiplerine pay edeceğim.
Bir kısmını da satıp, gelirini dershane taksidini ödeyemeyen bir gence ulaştıracağım.
Çünkü biliyorum ki, zincir marketlere yüzlerce lira bayılanlar, köylü kadının emek dolu ürününde kırk kuruş hesap ediyor.
Yazık.
Kıymayın emekçilere.
HASED…
Sultana yakın olan bir adam ona hep: "İyilere iyilik et. Kötüleri de affet. Çünkü iyiler iyiliğe layıktırlar, kötüler de nasıl olsa Allahu teala’dan cezalarını bulurlar.” derdi.
Bu adamın sultana yakınlığını kıskanan rakibi, bu samimiyeti bozmak istedi ve sultana:
-“Bu adam senin ağzının kötü koktuğunu söyler. Dilersen onu çağır ve kendin gör.” dedi.
Sultan sinirlenerek "Öyleyse onu getir” diye emretti.
Rakip onu buldu ve önce kendisine bol sarımsaklı bir yemek yedirdi. Ondan sonra da sultanın kendisini istediğini bildirdi. Adam bu hâliyle sultanın huzuruna çıkınca, konuşmak için yaklaştığında ağzını elinin üzerine koydu. Sultan kendi kendine:
-“Demek ki doğruymuş, bu adam ağzımın kokusundan sakınıyor.” dedi ve hemen ona yazı yazıp hazine memuruna gitmesini ve bu kâğıdı ona vermesini emretti. Adam dışarı çıkınca rakibi onu karşıladı ve elindeki yazının hazineye yazıldığını görünce, bununla adama para verileceğini zannetti ve tamaha kapılıp, kendisine vermesini rica etti. Adam da anlam kırmadı verdi. Rakip, yazıyı götürüp memura teslim etti, hazine memuru yazıyı açıp okudu.
Sultan: -“Bu yazıyı getireni cellada boğazlat, derisini yüzdür, içine saman doldurup bana gönder” diye yazmıştı.
Rakibin itiraz ve feryatları arasında emir yerine getirildi ve onun samanlı postu sultana gönderildi. Adam işin aslını öğrenince sultana:
"Ben demedim mi?" dedi "İyilere iyilik et. Kötüleri de affet. Çünkü kötüler nasıl olsa Allahu teala’dan cezalarını bulurlar.”
KABAĞIN DA BİR SAHİBİ VAR…
Vaktiyle bir derviş berbere gidip: Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar ve diğer tarafa usturayı vuracakken, mahallenin kabadayısı içeri girer.
Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak:
Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye bağırır.
'Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, halktan gelen her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder. Fakat kabadayının tıraş esnasında da dili durmaz, 'Kabak aşağı, kabak yukarı…' hakaretamiz ifadelerle sürekli alay eder dervişi aşağılar.
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler. Kabadayı oracıkta feci şekilde ezilerek can verir.
Berber dervişe bakar, sorar:
Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:
Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim.
Gel gör ki, kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!
Ne demiş Yunus Emre;
"Olsun be aldırma Yaradan yardır.
Sanma ki zalimin ettiği kârdır.
Mazlumun ahı indirir şâhı.
HER ŞEYİN BİR VAKTİ VARDIR."NİÇİN CEVAP VERMİYORSUN!
Birisi Bekr bin Abdullah el-Müzenî hazretlerine kötü sözler söyledi. O da hiç cevap vermeyip, sükût ile karşıladı. Adam bu sefer, daha da ileri gitti. Daha kötü sözler söyledi. Bunun üzerine, Bekr bin Abdullah hazretlerine,
-Niçin ona cevap vermiyorsun, suskun duruyorsun. Baksana sana neler söylüyor ! denilince;
-"Ben onun hakkında, kötü bir şey bilmiyorum ki, ona karşılık ve cevap vereyim. Hem, onun hakkında yalan yere, olmayan şeyleri söyleyip, atıp tutmam da, bana helâl değildir." dedi.
Bekr bin Abdullah hazretleri buyurdu ki:
Bir kimse ziyâfete çağrılır. O da ev sâhibine haber vermeden, yanında misâfir getirirse, bir tokat hak etmiştir.
Eve geldiğinde, ev sâhibi, şuraya buyurunuz dediği zaman, "hayır, ben şuraya oturacağım diyen kimse ise, iki tokat hak etmiştir.
Yemek yerken de ev sâhibine; "Sen de bizimle berâber yemiyor musun, sen de yesene !" diyen, üç tokadı hak etmiş olur. Çünkü hepsinde söz ve hareketi boş ve fuzûlîdir.NİÇİN CEVAP VERMİYORSUN!
Birisi Bekr bin Abdullah el-Müzenî hazretlerine kötü sözler söyledi. O da hiç cevap vermeyip, sükût ile karşıladı. Adam bu sefer, daha da ileri gitti. Daha kötü sözler söyledi. Bunun üzerine, Bekr bin Abdullah hazretlerine,
-Niçin ona cevap vermiyorsun, suskun duruyorsun. Baksana sana neler söylüyor ! denilince;
-"Ben onun hakkında, kötü bir şey bilmiyorum ki, ona karşılık ve cevap vereyim. Hem, onun hakkında yalan yere, olmayan şeyleri söyleyip, atıp tutmam da, bana helâl değildir." dedi.
Bekr bin Abdullah hazretleri buyurdu ki:
Bir kimse ziyâfete çağrılır. O da ev sâhibine haber vermeden, yanında misâfir getirirse, bir tokat hak etmiştir.
Eve geldiğinde, ev sâhibi, şuraya buyurunuz dediği zaman, "hayır, ben şuraya oturacağım diyen kimse ise, iki tokat hak etmiştir.
Yemek yerken de ev sâhibine; "Sen de bizimle berâber yemiyor musun, sen de yesene !" diyen, üç tokadı hak etmiş olur. Çünkü hepsinde söz ve hareketi boş ve fuzûlîdir.İYİLİK SAHİBİ VEZİR
Zevzen (*) sultanının çok kıymetli bir veziri vardı. Ahlâkı güzel, fenalığı sevmez, herkes hakkında iyilikte bulunurdu.
Bir gün nasılsa, padişahı gücendirecek bir davranışta bulundu. Öfkelenen hükümdar vezirin mallarına el koydu ve işkence yapılmasını emretti. işkenceye memur olanlar, vezirin iyiliklerini görmüş kimselerdi. Bundan dolayı şiddetli davranmıyorlar, kötü davranış ve sertlikten kaçınıyorlardı.
Düşmanla hoş geçinmek isteyen,
kendisinin iyiliğine tam olarak inandırsın.
Acı söz istemeyen kişi de herkesin ağzını tatlandırsın.
Cezalandırılan vezir, türlü işkencelere mâruz kaldıktan sonra, cezasının geri kalanını zindanda geçirmesi için gönderildi. Bunu haber alan komşu hükümdarlardan biri ona gizli bir mektup yollayarak, “Sizin gibi kıymetli bir kişinin değerini takdir edemeyerek hürmetsizlikte bulundular. Eğer aziz hatırınız bizim tarafımıza rağbet gözterirse, lâyık olduğunuz hürmet ve saygıda kusur edilmez ve memleketimin ileri gelenleri, sizin gibi yüksek bir şahsiyetin, aralarında bulunmasıyla övünç duyarlar. Bu konuda olumlu cevabınızı bekliyoruz” yazdı.
Vezir, mektubu okuyunca endişeye düştü ve bunda gizli bir maksat olduğunu anladı, hemen kâğıdın arkasına kısa bir cevap yazarak gelen adamla gönderdi.
Bunu haber alan hükümdarın adamlarından biri padişaha koştu. “Mahpus veziriniz, yabancı hükümdarlarla mektuplaşıyor” dedi. Padişah son derece hiddetlenerek işin araştırılmasını emretti. Neticede ihbarın doğru olduğu anlaşıldı. Mektupçuyu yakaladılar, padişahın huzuruna getirdiler ve mektubu, gizlediği yerden bulup çıkardılar. Mektupta şöyle yazıyordu: “Büyüklerin, hakkımda gösterdikleri teveccüh ve sevgi, değerimin çok üstündedir, teşekkür ederim. Bununla beraber emrinizin kabulü bence imkânsızdır. Çünkü eskiden beri bu hanedanın nimetleriyle beslendim, hakkımda ortaya çıkan küçük bir şikâyetten dolayı velinimetime vefasızlık etmek elimden gelmez, mazeretimin kabulüyle affınızı rica ederim.”
Hüner sahipleri ne güzel söylemiş:
Hayatı boyunca sana cefa eylese de nimet sahiplerinin kahrı lutuftan sayılır, onu hoş görmek gerekir.
Padişah, bu yüksek ve temiz duygudan çok memnun oldu. Mahkûmu derhal zindandan çıkartarak çok güzel ağırladı, çeşitli ikramlarda bulunup memuriyetine iade etti ve, “Sizi haksız olarak cezalandırmışım” diyerek özür diledi.
Vezir dedi ki: “Efendim! Kulunuzun kaderinde böyle bir musibet yazılıymış. Bunun sizin elinizle gelmesi, benim için bir nimet teşkil eder ki üzerimde ödenmez haklarınız vardır.”
Halktan sana bir zarar gelse sen onu Haktan bil.
İnsanların dostluğu da düşmanlığı da
kendilerinden değil hep Allah’tandır.
Gerçi ok yaydan çıkar, lâkin onu atan ok değil, yay tutandır.
* Zevzen: Horasan'da bir şehir olup o dönemde Hârizm'e bağlıdır.
Gülistan – Şeyh Sa’di-i Şirazi