1928 yılında, Konya'nın Ereğli kasabasında, Tozlutaş sokaklarında acıma ve küçümseme ile anılan Saliha Yılmaz adında bir kadın yaşardı. 28 yaşında, beş yıllık evliliğinde kocasına bir erkek çocuk verememişti. Kasabanın bütün kadınları birer birer annelik gururunu yaşarken, Saliha bomboş bir rahimle ve ağırlaşan bir kalple yaşamını sürdürüyordu. Kocası Recep Bey, varlıklı bir tüccar, ilk yıllarda sabırlıydı fakat zamanla sabrı kırgınlığa ve tiksinmeye dönüştü. "Çocuk veremeyen kadın, kadın değildir." diyerek evliliklerini zehirledi.
Kasaba onun durumunu biliyor, pazardaki kadınlar Saliha geçerken acımasız fısıltılarla kalbini yaralıyordu. Ankara'da Doktor Kemal'in muayenesiyle kısırlığı kesinleşti, ardından Recep Bey boşanma kararı aldı. Saliha, ailesi tarafından da reddedildi ve büyükannesinden kalan küçük bir mirasla kasabanın kenarında mütevazı bir ev kiraladı. Acı bir ironiyle, ebe olarak iş buldu; asla sahip olamayacağı çocukları dünyaya getirmeye yardım etti.
Günler melankolik bir dansa dönüşmüştü. Saliha, diğer annelere hizmet etmekte teselli bulsa da geceleri kalbindeki boşluk büyüyordu. Bir Ekim sabahı, kasabaya sınırdaki savaşlardan yakalanan bir tutsakla birlikte askerler geldi. Yüzbaşı Tahir, tehlikeli bir yabancı olan Yavuz'u kasabaya getirdi. Onu uygarlaştırmak için birine ihtiyaç vardı ve kasaba, çocuksuz, ailesiz ve boş zamanı olan Saliha'yı seçti.
Saliha, Yavuz'a bakmayı kabul etti. Yavuz, tutsak olmasına rağmen onurunu koruyan bir adamdı. Aralarında derin bir bağ oluştu; Saliha'nın yaralarını tedavi ederken Yavuz, halkının şifalı bitkiler bilgisini paylaştı. Yavuz, Saliha'nın kısırlığının nihai olmadığını, ruhunun doğru anı beklediğini söyledi. Zamanla aralarındaki ilişki derinleşti; Yavuz’un şefkati ve bilgeliği Saliha'nın içindeki umudu yeniden uyandırdı.devamı yorumda