Karım öldükten sonra, kanımdan olmayan oğlunu evden kovdum; on yıl sonra, beni mahveden bir gerçek ortaya çıktı.
Eskimiş çantasını yere fırlattım ve on iki yaşındaki çocuğa soğuk, cansız gözlerle baktım.
"Git buradan. Sen benim oğlum değilsin. Karım gitti; artık sana bakmak için hiçbir sebebim yok. İstediğin yere git."
Ağlamadı.
Yalvarmadı.
Sadece başını eğdi, kopuk kayışlı eski çantasını aldı ve sessizce, tek bir kelime bile etmeden kapıdan çıktı.
On yıl sonra, gerçek ortaya çıktığında...
Tek dileğim zamanı geri almaktı.
Karım aniden felç geçirerek ölmüş ve beni on iki yaşında bir çocukla baş başa bırakmıştı.
Ama o benim oğlum değildi.
O, benimle tanışmadan önce yaşadığı bir ilişkinin, kimseyle paylaşmadığı bir aşk hikayesinin çocuğuydu. Tek başına, partnersiz geçirdiği bir hamilelik.
26 yaşında onunla evlendiğimde, ona hayrandım; tek başına bir çocuk yetiştirmiş güçlü bir kadındı.
Kendi kendime, "Onu ve çocuğunu da kabul ediyorum." dedim.
Ama gönülden doğmayan aşk... asla sürmez.
Çocuğa sevgiden değil, görev bilinciyle baktım.
Ve karım öldüğünde, her şey dağıldı.
Beni hiçbir şey alıkoyamadı.
Onu artık hayatımda tutmam için hiçbir sebep yoktu.
Her zaman sessiz, saygılı ama mesafeliydi.
İçten içe onu hiç sevmediğimi biliyordum.
Annesinin cenazesinden bir ay sonra ona,
"Git buradan. Yaşasan da ölsen de umurumda değil." dedim.
Ağlayacağını sandım. Yalvaracağını sandım.
Ama yalvarmadı.
Sessizce gitti.
Ya ben? Hiçbir şey hissetmedim. Suçluluk duymadım. Acıma duymadım.
Eski evi sattım. Yeni bir yere taşındım.
Hayat daha iyi oldu. İşlerim gelişti.
Yeni bir kadınla tanıştım.
Çocuk yok. Yük yok. Huzur. Rahatlık.
İlk birkaç yılımda bazen çocuğu düşünürdüm; endişeden değil, sadece meraktan.
Nereye gidebilirdi ki? Hâlâ hayatta mıydı?
Zamanla o merak bile azaldı.
Ailesiz, yuvasız, on iki yaşında bir yetim; nereye gidebilirdi ki?
Bilmiyordum.
Umurumda değildi.
Hatta bir gün kendi kendime,
"Öldüyse belki de en iyisiydi. En azından artık acı çekmek zorunda kalmayacaktı." dedim.
Ve bir gün, tam on yıl sonra...
Telefonum çaldı. Numara bilinmiyordu.
"Alo efendim? Bu Cumartesi bir sanat sergisinin açılışına katılabilir misiniz? Biri sizi orada görmek istiyor."
Kapatmak üzereydim; sanatçıların hiçbirini tanımıyordum. Ama bunu yapmadan önce, karşı taraftaki ses kanımı donduran bir şey söyledi:
"Yıllar önce terk ettiğin çocuğa ne olduğunu bilmek ister misin?"👇
Diğer sayfamıza geçerek detayı okuyunuz
«Git. Sen benim oğlum değilsin. Karım öldü. Sana bakmakla yükümlü değilim. İstediğin yere git.»
Ağlamadı.
Yalvarmadı.
Sadece başını eğdi, kırık sırt çantasını aldı ve sessizce, tek kelime etmeden gitti.
On yıl sonra, gerçek ortaya çıktığında, zamanı geri almayı her zamankinden daha çok istedim.
Benim adım Rajesh ve eşim Meera ani bir felçten öldüğünde 36 yaşındaydım.
Arkasında sadece beni değil, aynı zamanda Arjun adında on iki yaşında bir oğlan çocuğu da bıraktı.
Ama Arjun benim biyolojik oğlum değildi.
Meera’nın önceki ilişkisinden olan çocuğuydu.
Meera ile 26 yaşında evlendiğimde, o çoktan birçok acıya katlanmıştı; isimsiz bir aşk, kendi çektiği bir hamilelik.
O zamanlar gücüne hayrandım.
Onu çocuğuyla birlikte «kabul etmenin» asil bir davranış olduğunu düşündüm.
Ama yürekten doğmayan aşk… kalıcı olmaz.
Arjun’u bir görev olarak yetiştirdim, başka bir şey değil.
Meera öldüğünde her şey yerle bir oldu.
Beni çocuğa bağlayacak kimse yoktu.
Arjun her zaman sessiz, mesafeli ve saygılı olmuştu.
Belki de içten içe onu asla gerçekten sevmeyeceğimi biliyordu.