Adım Halil… Bu köyün en eski toprağıyım deseler, yalan olmaz. Gençliğim tarlada, yaşlılığım yalnızlıkta geçti. Hanımım Hatice gittiydi, oğlum Yusuf şehre gitti, ben de gelin Zeynep’le baş başa kaldım şu koca evde. Ama keşke kalmaz olaydım…
İlk zamanlar süt dökmüş kedi gibiydi. “Babacım” der, çayımı şekersiz bildiğini söylerdi. Ama oğlum İstanbul’a dönünce… evin havası buz kesti.
Sabah namazından çıkınca kapıyı kilitli buldum bir gün. İçeri giremedim. “Erken çıkma dedim sana!” diye bağırdı pencereden. Ayakkabılarımı yere fırlattı, eşikte bekledim saatlerce, kapı açılana kadar.
Bir sabah banyoda düşmüşüm, belim tutuldu. Seslendim. Gelmedi. Yere uzanmış beklerken suyu kesti. Sadece susmadım, üşüdüm de. “Ben hizmetçi miyim sana?” dedi sonra, suratımın ortasına bir tas yoğurt fırlatarak.
Her akşam yemeği sobanın yanına koyar, ama bana soğuk tabağı verir. Çay içmek istesem, “muslukta su var” der. Elbiselerimi yıkamaz, “Ne de olsa yaşlısın, kim bakacak?” diye güler. Ben utanırım, o alay eder.
Dün gece, yatağa gitmek için yukarı çıktım. Merdivene su dökmüş. Ayağım kaydı, sırt üstü düştüm. Bağırdım, seslenmedim bile. Bilsin istemedim hâlimi…
Ama bu sabah bir şey değişti…
Zeynep, elinde sopayla odama girdi.
“Bu evde senin paşa keyfine göre yaşama devrin bitti!” dedi.
O anda… kapıdan bir ses geldi.
“Zeynep… Ne yaptın sen?”
Ben başımı bile kaldıramadım.
Sadece Zeynep’in yüzünün beti benzi attı.
Ve dış kapı… yavaşça kapandı.
Devamı diğer sayfadan okuyabilirsiniz
-
Üsteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz.
Kapıdan o ses gelince… içimdeki yıllardır biriken taşlar tek tek yerinden oynadı sanki. Zeynep’in yüzü kireç gibi oldu. Elindeki sopayı saklamaya çalıştı ama iş işten geçmişti.
Yusuf… benim oğlum…
Tam karşımızdaydı. Bir elinde valiz, bir elinde telefon. Gözleri dolmuş, dişlerini sıka sıka bakıyordu bize.
“Zeynep…” dedi. “Ben her şeyi gördüm.”
Meğer o sabah yoldayken, beni bir kez daha görüntülü aramış. Açmayınca içine kurt düşmüş. Komşu Mehmet emmiye uğramış, “Babam iyi mi?” diye. Mehmet emmi de “Halil dede’yi pek göremiyoruz artık,” demiş.
O an atlamış otobüse.
Eve geldiğinde, pencereden bakmış içeriye. Benim üstümde sopa tutan gelinini, titreyen ellerimi… hepsini kendi gözleriyle görmüş.
Zeynep hemen konuşmaya kalktı:
“Yanlış anladın Yusuf! Bu yaşlı adam beni delirtiyo, ben—”
Ama Yusuf bir kelime bile duymak istemedi.
“Elinde sopa, karşısında babam. Ne anlatırsan anlat, o gözlerde vicdan yok!” dedi.
Bana döndü. Eğildi, diz çöktü yanımda.
“Baba… neden sustun?” dedi. “Niye söylemedin?”
Gözlerim doldu. “Senin yuvan bozulmasın diye…” dedim zor bela. “Sen bilme istedim. Ben dayanırım dedim…”
O gün… o saat… Yusuf eşyalarını topladı. Zeynep’e tek kelime etmeden çıkardı evden. Sonra bana döndü:
“Bundan sonra kimse sana el kaldırmaz, baba. Senin yaşlılığına ben bakacağım.”
İşte o gün, yıllardır ilk defa içim ısındı. Evin duvarları bile bana daha sıcak geldi. Yusuf’un gelişiyle o ev yeniden yuva oldu.
Ama içimde hâlâ bir yara var:
Evladımın gözlerinin önünde utanmak…
İşte o yara kolay geçmiyor.